Pages - Menu

30 Eylül 2014 Salı

Mekan Analizi - Drip Coffee

Daha bugün arkadaş tavsiyesiyle keşfetmiş olduğum, daha doğrusu beraber yemeğe gittiğimiz arkadaşımın ballandıra ballandıra anlatması sebebiyle merak edip, "hadi kahveyi orada içelim" demek suretiyle keşfettiğim mekan: Drip Coffee. Kendisinden o kadar etkilendim ki, 6 aydır el sürmediğim blog'uma geri döndüm sırf hakkında yazmak için. Varın siz düşünün. 

Drip Coffee'nin adresi Erenköy, Noter Sokak. Bağdat Caddesi'nden görülmediği için oralarda salına salına piyasa yaparken farketmeyebilirsiniz, keşfetmek için sokağın içine doğru birazcık yürümeniz gerekiyor. Hem sokak içinde olması, hem devasa bir ağacın altında oturma imkanı sağlayan masaları çok sakin ve huzurlu bir hava yaratmış durumda. Az zorlasanız İstanbul'da olduğunuzu bile unutabilirsiniz, o derece tatlı bir yer. Gerçi bu Bağdat Caddesi civarında, kendimi bildim bileli mevcut olan "aha buralar eskiden hep sayfiyeydi" havasından da kaynaklı olabilir, fakat bu başka bir yazı konusu. 

Mekanın işletmecisinin ismini öğrenemedik; sadece bizi işine hakim ve son derece sabırlı bir beyefendinin karşıladığını söyleyebilirim. İçerisi küçük çaplı bir kimya laboratuvarı gibi; dolambaçlı borulardan tüplere damlayan, alttan ısı verilerek yuvarlak tüplerin içinde hazırlanan kahvelerle dolu. Benim ilgimi en çok çeken kısım soğuk kahveler oldu; tüm gün damla damla demlendiği için, bir seferde 30 bardak kadar çıkabiliyormuş. Sıcak kahveyi tercih ettiğimiz için denemedik, ama çok aklım kaldı kendisinde.

Kahveleri ve demleme yöntemlerini tek tek anlattılar, ama 8-9 farklı kahve çeşidini 5 farklı demleme yöntemiyle kombinleyerek anlattıkları için, haliyle hepsini aklımda tutamadım. İlk deneme için Kolombiya'yı seçtik, adına sifon denilen bir aletle demlenerek, "sifon derken? asjsksjskjksj" şeklindeki zevzekliğimizi de gözardı ederek masamıza servis edildi kahve. Hem lezzet olarak çok başarılı, hem de sunum olarak çok şık bir kahveyle karşılaştık. Bir sifondan yaklaşık 3-4 fincan kahve çıkıyor, ancak tek sıkıntı kahvenin ağzı açık durduğu için çabuk soğuması. Kahveyi sıcak tutmak için bir çözüm üretilirse, 10 üzerinden 10 verebiliriz kendilerine.

Tabi ki ac acına kahve içirmiyorlar; tatlısız kahve içemem diyenler için üç çeşit cheesecake, ev yapımı mozaik pasta, çikolatalı tart, apple pie, havuçlu kek gibi tatlılar mevcut. Biz karamelli cheesecake'i denedik, gidip tarifini isteyecektim arkadaş zor durdurdu, o derece. algılayabildiğim tek şey içinde portakal kabuğu parçaları olduğu. Aylarca aç bırakılmış Sibirya kurdu gibi saldırdığımızdan, fotoğrafını çekecek vaktimiz malesef olmadı. Elimizdeki tek malzeme, kan şekerimiz yükseldikten sonra akıl edip de kuşbakışı çektiğimiz bu fotoğraf. Sifon tabir edilen alet hakkında az da olsa fikir verir umarım.



Ben yeni keşfettim Drip Coffee'yi, ama tanıştığıma memnun oldum kendileriyle. Kahve meraklısıysanız gidin deneyin, benim gibi kahve bilginiz beginner seviyede olup intermediate rolü yapıyorsanız da gidin deneyin. En azından adım başı zincir kahvecilerle dolmuş Bağdat Caddesi kalabalığından ve uğultusundan bir nebze uzaklaşmış olursunuz, bu bile yeterli bir sebep.


8 Mart 2014 Cumartesi

Intro

Son zamanlarda ağızlardan düşmeyen, dillere pelesenk olan, bir kısmımızın muhtemelen duymaktan feci sıkıldığımız kalıp: "Akışına bırak." Kendisi yetmiyormuş gibi akışta kal, akışta ol, kendini akışa bırak, akışı engelleme gibisinden zibilyon tane varyasyonu olan bu cümle genç yaşlı, kadın erkek, bilen bilmeyen herkesin dilinde. Terapistlerden yaşam koçlarına, altın günü teyzelerinden bakkal Osman Abi'ye kadar herkes bu cümleye son derece aşina. Fakat bunlardan birine "Ne demek ki bu?" diye sorduğumda, karşımdaki bakışlar bir anda anlamsızlaşıyor, odaklar kayıyor, "Eeeeee...." diye başlayan cümleler kuruluyor.
İlk duyduğumda çok garibime gitmişti aslında. Akışta kalmak da ne ola ki, hem neyin akışı bu? Elektrik akımı mı, su akışı mı? Gideyim şırıl şırıl akan bir derenin ortasında mı dikileyim, ne yapayım?? 
Sonradan anladım ki aslında yapmamız gereken "hayatın doğal akışına güvenmek, direnç göstermemek"miş.
Güvenmek kısmı çok ama çok önemli burada, hatta anahtar kelime. Hani hep derler ya "birşeyi çok istersen mutlaka olur" diye, o iş öyle değil arkadaş. Birşeyi çok istemek kötü değil elbet, ama çok fazla istersen bir noktadan sonra işin içine korku girmeye başlıyor. Ya olmazsa korkusu, ya çok geç olursa korkusu, hadi diyelim oldu ya sonradan kaybolursa korkusu... Bu korkuları yaymaya başladığımız andan itibaren de, istediğimiz o şeye karşı direnç göstermeye başlıyoruz. 
Güvenebilmek işte bu noktada çok önemli. Sadece istediğimizin olacağına değil, sonuç ne olursa olsun her zaman hayırlısının olacağına güvenmek. 
O çok istediğiniz işe alınmama ihtimalini kabullenmek, "demek ki bir yerlerde benim yeteneklerime, isteklerime daha uygun bir iş var" diyebilmek.
O çok aşık olduğunuz adam/kadın size yüz vermediğinde karalar bağlamak yerine, "demek ki bir yerlerde bana daha uygun birileri var" diyebilmek.
O çok beğendiğiniz evi başkası tutarsa, "demek ki bir yerlerde daha güzel, daha büyük, daha aydınlık bir ev var ve beni bekliyor" diyebilmek.
Galiba bu işin en önemli kuralı, istediğine bağımlı olmamanın yanında bir de akışa müdahale etmemek. Yani gidiş yoluna değil, sonuca odaklanmak.
İstediğin evin, işin, ilişkinin, paranın, yatın, katın vs vs.. bir şekilde sana geleceğine inanmak. Oturup günde 3,5 saat "nasıl olacak ki acaba?" diye düşünmek yerine, olduğu zaman nasıl hissedeceğini düşünmek. Aradaki evreleri ise tamamen evrene, Allah'a, karmaya, meleklere; artık her neye inanıyorsanız ona bırakmak.
Bunca yıldır bu konuda okuduğum kitaplardan, izlediğim filmlerden ve dinlediğim konuşmalardan anladığım; birşeyi istemekle o isteğin gerçekleşmesi arasındaki süreye 'akış' deniliyor. Ve akışa kesinlikle müdahale etmemek gerekiyor. Çünkü iteleyince, üsteleyince, "hayır ille de böyle olacak" deyince hiçbir zaman öyle olmuyor. 
32 yıllık tecrübeyle sabit.